ACIBADEM KURABİYESİ

Sarı sıcak bir temmuz öğlesi, yüzümde çiller; Tanrı’nın öpücüğü dediklerinden bihaber olduğum günler. Göz alabildiğine yemyeşil bir çayır. Çayırlık alanın etrafında mahşeri bir kalabalık, kalabalığınortasında zeytinyağıyla parlayan yanık vücutlarındabellerinden dizlerine kadar siyah kispetleriyle ikişer ikişer gruplar halinde eşleştirilmiş pehlivanlar. Oturduğum yerden ayağa kalkarsam görebildiğim iki pehlivan, ileriki yıllarda isminin kafakol olduğunu öğreneceğim hareketin temel duruşunu almışlar.

Kulağımda, davullu, zurnalı bir ekibin ağırdan aldığı ritmin gittikçe artan coşkusu. Arıkovanı gibi uğuldayan insan ve alkış seslerinin arasından çalınan şiirselsözler “İki yiğit çıktı meydane ikisi de birbirinden merdane.” Basamak basamak yükselen tribünün şehre sırtını veren tarafındayım. Onca sesin birbirine karıştığı o kalabalığın içinde bir tekpatlayan balon sesleriyle irkiliyorum. İrkildikçe gözlerimi bir düğümle bileğime bağlanmışuçan balonuma deviriyorum. Ya diğer çocuklarınki gibi kaçarsa gölgeliğin yüksek demir tavanına?

Efil efil esen bir yel, kavak ağaçlarının yanardöner yaprakları ile üçgen kırlangıç kuyruklu kırmızı, beyaz bayrakları gökyüzüne kovalıyor. Yoruldukça oturduğum koltuğun yanından geçen yetişkin insanlar başımı okşuyor. Başımda kartondan siperlikli beyaz bir şapka, şapkanın üzerinde temmuz sarısı bir ayçiçeğinin resmi, aklımdabari şapkama eve dönünceye kadar bir şey olmasa endişesi, dilimde de çocukça “ne zaman eve gideceğiz?”sorusu.

Kalabalığın arasından başındaki tepsiyi tutmadan dolaşan bir adam çıka geliyor. Kat kat kule gibi dizdiği altın sarısı kurabiyelerden birini babam elime tutuşturuluyor. Karnım mı acıkmış yoksa ne zaman gideceğiz sorusunu sormamam için dünyanın en tatlı rüşvetini mi alıyorum, hatırlamıyorum.  Üstünde bir adet acı badem bulunan iki parçası birbirine yapıştırılmış acıbadem kurabiyesini ilk defa orada görüyorum. Bütün ön yargılarımı alt üst eden bu büyüleyici lezzeti ikiye ayırıpkısa sürede mideme indiriyorum. O günden sonra ben butadı ne zaman alsamhep aynı yere; sarı sıcak bir temmuz gününde, uçan bir balon bileğimde, “Haydi bre pehlivan!” nidaları eşliğindeyemyeşil bir çayırda pehlivanları seyrediyorum.

Antik filozofların “ruhun penceresi” olarak tanımladığı görme, işitme, dokunma, koklama ve tat almaktan oluşan beş duyumuz; işin içindeyse belleğimizdeki anılarınsankio anda fotoğrafını çektiğini düşünüyorum. Yoksa diyorum; çocukluk, insanın damağında kalan acıbadem tadı mı? Bir gün ölünce; hayatın tadı da insanın dimağında kalır mı? Belki de hayattaki varlığımız, kurabiye içindeki un miktarı gibi “Aldığı kadar.”

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
error: İçerik korunmaktadır !!